Evde geçirmek zorunda olduğumuz son pazar gününde, güneşli ve sıcak bir Ankara sabahından günaydınlar efendim. Bugün fonda Scent of a Woman: Tango var, kahvem artık soğuk. Buz gibi süte önceden hazırlayıp doldurduğum kahve kalıplarını atıyorum. Durun durun tarif yazısı değil bu devamını dinleyin. Evde son pazarım, müzik var, kahve var, balkondayım. Sakın romantik bir manzara hayal etmeyin ama çünkü tam karşımda bilgisayarım var. Belki dili olsa, kapat artık beni diye yalvarırdı ya da bu kadar yakınlığa ilişkimizi bir üst seviyeye çıkarmak isterdi, başka teklifler yapardı. Bilinmez, çünkü dili yok. Ama bu dilsiz cihaz, hayatımda olup konuşabilen herkesten daha çok nüfuz sahibi.

Bence yazının kalanı için yeterli ipuçlarını verdim. Haftaya bizleri, kafelerden, bahçelerden, parklardan, sahilden okumanız dileğiyle… Mutlu Pazarlar!

Nerede kaldık? Manzaramı betimlemiştim. Bilgisayar diyorduk. Asla kapanmıyor diyorduk. Hayatımızın tüm kontrolü onda dememiştik galiba ama onu da şimdi diyelim. Hemen yanı başında duran telefondan da bahsedelim. Işığının sönmediğini konuşalım, 6,7 saati bulan ekran sürelerini de analım. 

Sonra asıl konumuza gelelim: Bilgisayarlar, telefonlar neden hiç kapanmıyor? Keyfimizden mi?

Bu sorunun bir buçuk yıl önceki cevabı kesinlikle evet idi. Gerçekten keyfimden kapatmıyordum. O uygulama senin, bu oyun benim; yapacak hiçbir şey mi yok? Olsun, yenile babam yenile. Ama 1,5 senedir keyfimin kâhyasının “Nolur kapat artık!” sızlanmalarına rağmen akıllı cihazları açık tutmak zorundayım.

Eski hayatımda (Antik Yunan’dan bahseder gibi bahsedeceğim, çünkü o kadar uzak geliyor!) okula giderdim, derslere girerdim ve okul biterdi. Tabii ki sınavlarım olurdu, ödevlerim, projelerim… Bazen hepsi birikirdi, sabahlardım ama bu sabahlamaların çoğu da kampüsün içinde kütüphanede olduğundan tüm yorgunlukların bir tadı olurdu. Artık tüm yorgunluklarım tatsız. Çünkü ödevim, projem ya da sınavım olmasa da okul bitmiyor. Okuldan eve hiç dönülmüyor. Çalışma masasıyla yatak arasındaki 1-2 metrelik mesafe biz öğrenciler için uzun mental eşikler anlamına gelirken öğretmenler, okul yöneticileri için ya da akademik yaşantımızda kimlerin etkisi varsa onlar için pek bir anlam ifade etmiyor. Bir buçuk yıldır bizler hep okuldayız. Ha bir en sevdiğim(!) cümle: “Zaten evdeyiz, çalışalım”.

Yine eski hayatımda… Staja/işe giderdim, ofiste saatlerimi geçirir, sonra eve dönerdim. Ofisin kapısından çıktığımda iş bitmiş olurdu. Yine tabi ki sarkan görüşmeler, biriken işler olabiliyordu. Ama işin bitmediği hiç olmuyordu. Başlıktaki sorumuza atıfta bulunacak olursak benim mesaim 18:00’da biterdi. Artık mesaim bitmiyor.

Dijital Köleler

Pandemiyle evden çalışmanın bir mecburiyete dönüşmesi yöneticiler için bir psikolojik eşiği atlattı diye düşünüyorum. Önceden evden çalışılabileceği ihtimali bile birçok sektöre yabancıyken şimdi evden çalışmanın suistimal edilebilirliğinden faydalanarak sosyal yaşantımız hiçe sayılıyor. Her an telefon elimizde, bilgisayarlarımız açık, mailleri her dakika kontrol ediyor durumdayız. Her birimiz zincirleri telefonlar, bilgisayarlar, tabletler(ya da hepsi) olan dijital kölelere dönüştük.

Bu zorunluluğu doğurup hepimizi evden çalışmaya, bitmeyen mesailere, sürekli çalışır durumda bilgisayarlara, telefonlara alıştıran pandemi olsa da; bu durumu mümkün kılan günümüz teknolojisi.

Bir bilgisayar ve telefonla evde ofis ortamı yaratabiliyor oluşumuz tüm bunlara sebep. Bana gereken tüm programlar bir tıkla bilgisayarıma iniyor, tüm sorularımın yanıtları Google’da var, herkes bir telefon/mail kadar yakın. Kendimden örnek vermek gerekirse, günün her saati kameramı açıp bir görüşmeye katılabilme ihtimalim olduğu için odamda küçük bir ofis alanı yarattım. Bilgisayarımın konumuna göre, kameramın nispeten profesyonel bir arka plana bakacağı şekilde masamın yönünü değiştirdim. Tüm kablolar, üçlü prizler, çift kameralar, kulaklıklar, şarj aletleri orada duruyor. Ben de her sabah üzerimde bir gömlek, saçlarım taranmış hafif makyaj altımda ise ayıcıklı pijamalarımla kamera karşısında işimin/okulumun başında oluyorum.

Tam da o anlarda teknoloji dost mu yoksa düşman mı gibi klişe tartışmalarını tekrar tekrar kafamda tartıyorum. Bitmeyen toplantılarda, toparlanmayan işlerde, gecenin bir yarısı ya da haftasonu bilgisayar başında geçirdiğim saatlerde keşke hiçbiri bulunmamış olsaydı diyorum. Sonra o bilgisayar ve telefonlarla insanlığın başardıklarını düşünüyorum. Yıkıcı teknolojilere borçlu olduğumuz sayısız yenilik, tedavi, buluş aklıma geliyor. Yumuşayıp bir ara yol bulmak lazım diyorum. Tamam, iyi ki varlar ama mesela sadece ofislerde olsalardı. NOKIA 33-10’larla hayatımıza devam etseydik mesela. Teknoloji bu kadar ulaşılabilir olmasaydı yani. Çünkü teknoloji bu kadar ulaşılabilir olmasaydı, biz de bu kadar ulaşılabilir olmazdık. O zaman biraz tatil için, kaytarma için bahanemiz olurdu. Ulaşılamaz olabildiğimiz günleri özledim.

Sonra bir de iş yeri/okul için tüm sosyal mecraları kullanmak zorunluluğu var. Başlarda buna direnenlerimiz vardı ama gün geçtikçe direniş saflarında kişi sayısı azaldı. Cephelerden çıkıp, beyaz bayrak sallayarak Whatsapp/Telegram (ya da her ne gerekiyorsa) indirip karşı saflara geçmeye başladık. Patronumun/ öğretmenimin bana Whatsapp’tan iş kitlemesini istemiyorum deme lüksümüz yok artık. Sadece mail ile iletişim kurduğumuz günler bile mazi sayılıyor. İnanılır gibi değil.

Sen de ne dolmuşsun be İpek amma da abarttın diyeniniz varsa bir durup kendi yaşantısını düşünmesini tavsiye ederim. Telefona/bilgisayara bakmak zorunda olmadığımız günleri özlemeyen kaldı mı? Ya da en başa dönelim: Aranızda mesaisi biteniniz var mı? Çünkü ben bir buçuk yıldır mesaideyim.

 

Share:

administrator

Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi 3. sınıf öğrencisi olan İpek, organizasyonların çalışma yapılarını inceleyen projeler içinde yer almayı seviyor. Ayrıca yeni tarifler denemekten ve bunları paylaşmaktan büyük keyif alıyor. Paylaşmak demişken, Gelecek Burada'da hem kendisi öğreniyor hem de öğrendiklerini ve düşündüklerini çoğaltmak için yazıyor

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.